10 Mayıs 2008 Cumartesi

Tuzla’da göstermelik tedbirler ve söylemler patladı...

Aslı Odman

İstanbul Bilgi Üniversitesi Ar.Gör / Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu Üyesi

9 Mayıs 2008, 17.30

Yazmak, klavyeye vurmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Kızmak, klavyeye vurmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Yazmak, kızmak, anlatmak dışında elimizde ne kalıyor ki? Limter-İş Sendikası’ndan arkadaşlarla, Ethem ve Petra Özgüven’in hazırladığı ‘Tuzla’ belgeselini İşçi Filmleri Festivali’nin Kartal gösteriminde seyretmek üzere hazırlanırken, sohbet ederken, iş kazalarına dair daha da farklılaştırılmış analizler, kişisel düşmanlar oluşturmayan çözümler hakkında konuşurken, konu hakkındaki son açıklamaları tartışırken, patlama haberi geldi. Selah Tersanesi’nde patlama. Bir işçi ölmüş. Belki daha fazla işçi ölmüş, bilmiyoruz. Analizler, tahliller, eleştiriler gerçekliğin sillesiyle darmadağın oldu gitti. Patladı gitti.

Selah Tersanesi. Tuzla Raporu için 2007 Ağustos’nda elektrik çarpması sonucu bu tersanede ölen Günay Akarsu’nun ablası ve kayınbiraderi ile Nevra Akdemir ile beraber uzun bir mülakat yapmıştık. Ailesi, elektrik ustası olan 27 yaşındaki Günay’ın kalp krizinden değil de, elektrik çarpmasından öldüğüne, bunun elektrik donanımındaki yapısal bir sorundan kaynaklandığına, Günay’a elekrik çarptığı durumda bile hayatını kurtaracak yalıtımlı ayakkabı ve eldiven sağlanmadığına inanıyor, hukuki mücadeleye hazırlanıyordu. Aklıma şimşek hızıyla o uzun mülakat gecesi geldi.

Kaza haberi gelmeden yarım saat önce bugünkü Radikal’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Sağlığı ve Güvenliği Müdürü Kasım Özer’in Meclis Tuzla Komisyonu’na yaptığı açıklamalarını okumuştum. Özer, ‘Tersanelerde sanki facialar varmış gibi gösteriliyor. ..Bu iş başka nedenlerle gündeme getiriliyor, tersanelerdeki kazaların artması, işin kötü olduğundan değil, işçi sayısının son 2 yılda artmasından kaynaklanıyor. ..Eğitimsiz işçiler yüksekten düşüp ölüyorlar’ diyordu. Kasım Özer’in ‘fikrine’ göre, köylüler tarlayı bırakıp, yirmi metreye çıktıklarında düşüveriyor, ölüveriyorlardı . Kasım Özer Bey’in, halihazırda Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki 39’u Gemi İnşa Sanayicileri Birliği’ne (GİSBİR) üye olan 48 tersane içerisinde 1000 ila 1500 farklı, irili ufaklı taşeron şirkette çalışan 30, 35.000 işçi hakkında nasıl bir bilgisi var? Nasıl ve ne zaman bir çalışma yapmış? Nereden biliyormuş, halihazirda Tuzla’da çalışan işçilerin çoğunun daha önce köylü olduğunu? İşçi Sağlığı İş Güvenliğinden sorumlu bir devlet kurumu müdüründen, kimin ‘köylü’ olup kimin olmadığına dair fikir beyanı değil, temelli bilgiler beklememiz gerekmiyor mu?

Tuzla Komisyonu olarak Desan Tersanesi’nde Mart ayında gerçekleştirdiğ imiz bağımsız inceleme çerçevesinde ve bu tersanede çalışan taşeron işçilerin yaklaşık %17’sini kapsayan anketlerin sonucunda, tersanede çalışmadan önce tarım ile uğraşan, yani meslekten köylü olan bir adet bile işçiye rastlamamıştık. Buna karşın daha önce başka sanayilerde çalışana da (Otosan, Metalurji, Türk Henkel), 2001 kriziyle iflas edip Doğu’nun şehirlerinden göç eden eski esnafa da, eskiden hizmetler sektöründe çalışana da rastlamıştık. Bu ‘eğitimsiz’, ‘köylü’, daha doğrusu ‘eğitimsiz=köylü işçiler’ kavramı ‘doğruyu yamultma’ anlamında ‘ideolojik’ değildir de nedir? Günay Akarsu elektrikçi ustasıydı, Ruhiye’nin eşi İbrahim Levent 16 yıllık kaynak ustasıydı, o da patlamada öldü. En son Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin en güçlüsü olan Sedef Tersanesi’nde ölen Ali İhsan Çam da deneyimli bir işçiydi. Nereden çıkıyor bu ‘eğitimsiz işçiler’ lafzı? Nereden kaynaklanıyor bu çarpıtma?

Türkiye’de bir gemi inşa sanayiinin oluşmaya başladığı 1980’lerden sonra ve nitelik değiştirerek kendini tahkim ettiği 1990’lerden sonra, ticari sermayelerini sanayi sermayesine kaydıran eski armatör, yeni tersaneciler, İstanbul’a çok yakın ve fazla uzak Tuzla’da karlılık ve rekabet edebilirligi önceleyen istihdam rejimini oturtmak konusunda nispeten rahattılar. Ekonomi’nin darbe sonrası yeni dönemine doğan bu sektör, beşikten ‘esnek’ kurgulandı. ‘Normalde’ teknik uzmanlaşmayla temellendirilen ve yasaca ancak durumda cevaz verilen taşeronluk (alt işverenlik) sistemi, bir istihdam rejimi olarak köklü armatör-yeni tersaneciler tarafından Tuzla’da kurumsallaştırı ldı. Esas işi yapan, esnek, krizde bırakılıp, sektör büyüdüğünde tekrar içerilecek, gemiyi yapan, işçiyi binbir parçaya bölen istihdam rejimi, ‘taşeronlar diyarı’ Tuzla oluştu. Bir seneden az bir zamanda 25’e yakın işçinin üstüste ölmesi, kamuoyu ilgisinin Tuzla’ya çekilmesi ile bu önceliklerin (karlılık ve rekabet edebilirlik) insan hayatına olan sonuçları tek mekanda, tek havzada, tek bölgede, tek sektörde görünür ve sorgulanır hale geldi. Karlılık ve rekabet edebilirlik önceliğinin yanında, bu iş temposu yoğunlaştırılmış ağır ve tehlikeli işler dalında işçi sağlığı ve iş güvenliğine yatırım yapmak, çalışma sürelerini insani sınırlara çekmek, çalışma yoğunluğunu azaltmak, bütün bunları yapabilmek için de karların bir kısmından vazgeçmek gibi önceliklerin konuşulabilir bile olunmasına tahammül yok: ne bu esnek istihdam rejimine ‘kazanılmış hak’ diye bakan işverenlerin genelinin, ne de işçi sınıfı deyince ya sadakaya, ya da gaza sarılan yeni tüccar devlet rejiminin aktörlerinin.

Bazen safiyane, bazen hesaplı kitaplıca kızıyorlar gemi inşa sanayiinin karar vericileri: ‘Bir tek Tuzla’da mı kaza oluyor? Neden bir tek Tuzla öne çıkarılıyor? Neden Tuzla günah keçisi oldu?’. Haklılar. Makina Mühendisleri Odası’nın üç gün önce açıkladığı ve SSK verilerinin derlemesinden oluşan İş Sağlığı ve Güvenliği Raporu’nda 2006 yılında kayıtlara geçen ölümlü işkazalarının %25’i inşaat sektöründe, %10’u nakliyat sektöründe, %31’i ise ‘bilinmeyen’ kategorisindedir. Tuzla geçen Eylül ayından itibaren, seri ölümlerin bizatihi çarpıcılığı ve -eksiği fazlasıyla- Limter-İş Sendikası’nın, TMMOB, İstanbul Tabip Odası ve İşçi Sağlığı Enstitüsü’nün, sendikalar dayanışmasının, basın, öğrenciler, bazı milletvekillerinin ve akademisyenlerin çabalarıyla bu ‘bilinmeyen kategorisinden’çıkmıştır. Görünür olmuştur. Bilinir olmuştur. Gemi inşa sektörün tek bir havzada yoğunlaşması, bu havzanın İstanbul’a yakınlığı, Kartal’dan-Tuzla’ya kadar olan hatta harıl harıl ilerlemekte olan kentsel dönüşüm projelerinin yarattığı pazarlıklar ve bugün parlamentoda temsil edilen DTP,ÖDP ve DSP dışında tüm partilerin milletvekillerinden veya yerel yöneticilerinden birinin tersane sahibi olmasının yarattığı uyanıklık bu görünülürlüğü artırmıştır. Evveli gün Gaziosmanpaşa’daki TOKİ inşaatlarında da bir işçinin ölmesi bugünkü patlama kadar yankı getirmemiştir, evet. Bu da başlı başına bir ayrımcılıktır, evet. Fakat bu Tuzla görünülürlüğü, esnek çalıştırma, verimlilik artıran istihdam rejimi ve nemaları eşit dağılmayan ekonomik büyümenin insan hayatına, emeği ile geçinen tüm kesimlere olan etkilerini geniş kesimlerin gündemine sokmayı başardığı oranda, mekansal olarak dağınık ve daha güvencesiz şartların hükmettiği inşaat işçilerinin de dertleri konuşuluyor olmaktadır. Amaç ‘Türkiye ekonomisinin yıldızlarından gemi inşa sanayine kara çalmak, yurtdışındaki imajını zedelemek, uluslararası rakiplerinin ekmeğine yağ sürmek, vatana millete zarar vermek’ değil, sermaye esnekliğin nemalarından faydalanırken, emeği ile geçinenlerin hesaplarına ölüm, sakatlanma, meslek hastalığı, uzatılmış çalışma saatleri, düşük ücretler düştüğünü gündeme getirebilmektir. Türkiye diye bir bütün varsa eğer, yetmiş milyon vatandaşının hayatına, üstdüzey siyasal ikilemler, partiler arası dalaşmalardan daha fazla dokunan gündemleri masaya getirme çabasıdır. Önümüze atılan gündemlerin gevelenmesi refleksini terk çabası, bu vazifelendirmeyi red arzusudur.

‘Tuzla’’nın, ölümlü iş kazalarının bir diğer ismi olmaya başladığı Eylül 2007’den beri ne yapıldı? Bir şey yapmakla vazifelendirilmiş devlet kurumları ve işyeri güvenliğinden mesul işveren karar-vericiler ne yaptılar?

Görebildiğim tek olumlu örnekten bahsedelim: Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bir buçuk sene önce tersaneciliğe başlamış olan Desan Tersanesi yöneticileri, meslek örgütlerinin temsilcilerden oluşan bağımsız Tuzla Komisyonu’na kapılarını açtı. Bu komisyon, ancak orta vadede etkisini gösterecek iş güvenliği yatırımlarının, bu tekil işyeri bazında nasıl işlediğini ve işlemediği yönleri bir kaç günlük bir çalışmayla ve yüzlerce fotografla belgeledi. Bu tersanede çalışan taşeron işçileri tanımak, çalışma koşullarını anlamak için anketler yapıldı. Bu teknik ve işçilere dair sonuçlar, yönetici ve mühendis kadroya sunuldu. Bir ikinci sunum Mayıs ortasında alt kademe yöneticiler ve taşeron firma sahiplerine, bir üçüncü sunum ise taşeron işçilere verilecek. Desan Tersanesi iş güvenliğine yatırım konusundaki eksikliklerine dair iç toplantılar ve bu konuda iş bitim süresi belirlenmiş görevlendirmeler yaptı. Bu tutumuyla, meseleyi ‘baret, kemer takmayan, eğitimsiz işçi’ ekseninden çıkardı, kalıcı ve yapısal iş güvenliği yatırımlarına ve taşeron işçisini tanımaya yöneldi.

Ne yazık ki bunun dışında Tuzla’daki seri ölümlere orta vadede bir son verebilecek bir adım atıldığını görmüyorum. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, basının Tuzla Tersanelerindeki ölümleri öne çıkardığı –bazı bazı bunu adli ve medyatik bir vaka haline getirip ‘Ölüm Tersaneleri’ başlıkları atmaya başladığı- dönemde, ‘medyatik’ bir atılım yaptı. Şubat sonunda üç tersaneye ‘kısmi durdurma önerisi’ getirdi. Bu ‘öneri’ basına ‘Çalışma Bakanlığı üç tersaneyi kapattı!’ diye yansıdı. Bakanlık bu haberleri tekzip etmedi. Kamuoyunun tepkisi bir nebze azaltıldı. Bu üç büyük tersane, kendilerine verilen süre içinde yüzeysel bir iki eksiği rahatça düzeltip, hiç bir şekilde üretimi durdurmadan yollarına devam ettiler. En çok ölümün olduğu çok daha kötü şartlarda işçi çalıştıran tamir tersanelerinin bahsi geçmedi. Kapatmanın neye çare olacağı düşünülüyordu, bu noktasal ‘önlem’ –eğer varolsaydı bile- hangi yapısal çözüm önerilerine bağlanacaktı, buna değinilmedi. Çalışma Bakanlığı’nın bu kararı, bu kararı basına yansıtma tarzı ve bu karara zemin teşkil eden ‘eksikler listesi’, bu süreci içinden takip eden bizlere ‘Bakanlık tribünlere oynuyor’ dedirtti.

Gelelim gene Şubat ayında GİSBİR, Çalışma Bakanlığı ve Dok-Gemi-İş Sendikası tarafından imzalanan ‘Eğitim Protokolü’’ne: Tuzla’daki işçileri eğitecek eğitmenleri eğitecek bu programdan, Tuzla’daki mühendisler müstehzi bir şekilde bahsediyorlar. ‘Ankara’dan eğitimenler geliyor, Tuzla’yı bilmeden mevzuat anlatıyorlar’ diyorlar. Kazanın kaynağını ortadan kaldıracak iş güvenliği yatırımları konusunda gündem yaratmadan, bu yatırımları her işyerine göre kuruşlandırmadan, hayata geçirme sürelerini ve sorumlularını belirlemeden, sabahtan akşama ‘işçileri eğitecek eğitmenleri baret, kemer, işyerinde tehlike arzeden hususlar’ konusunda eğitim verseniz ne işe yarar? Şu ana kadar yalnıza bir adet üye tersanenin açık olduğu yapısal yatırımları yapma konusunda GİSBİR bir ortak hamle yapmadan, devletin kısıtlı iş müfettişi gücünü, niteliği ve hedef kitlesi soru işaretleri yaratan eğitimlere yönlendirmek bir ‘yanlış gündem’ dayatması değil de nedir?

En son adım ilk defa dün toplanan Meclis Tuzla Araştırma Komisyonu’nun biraraya getirilmesi oldu. Bu komisyon oluşmadan önce Tuzla’daki insan hakları ihlalleri konusunu inceleyen bir altkomisyon geçen hafta içinde ön raporunu basına sundu. Tutarlı bir rapordan çok, tarafların açıklamalarını derleyen bir tutanak niteliği taşıyan bu belgenin ayrıntılı incelemesini daha sonra yapmak üzere, bu komisyonun çözüm önerilerinin evrenini tasvir edelim, bunların Tuzla’daki mevcut insan hakları ihlallerini (insanlık dışı uzun çalışma saatleri, ortaya çıkamayan meslek hastalıkları, metal tozu ile raspalama, en yeni göçle gelen işçilerin bekar odalarına fahiş fiyatlar ödemeleri, iş güvenliği yatırımlarının yapılmaması nedeniyle önlenebilir ve öngörülebilir kazalarda ardarada işçilerin ölmesi vb.) ne kadar kapsadığını siz söyleyin: ‘Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki daralmayı aşmak için yeni tersane alanları tahsisi’, ‘işçilerin eğitilmesi’ ve İş Kanunu’nun altişveren ilişkilerini düzenleyen, Tuzla’daki taşeronluk pratiğini açıkça kanundışı olduğu tespitimizi dayandırdığımız ikinci maddenin İstihdam Paketi çerçevesinde değiştirilmesi. ..

Bir Mayıs’ın hemen akabinde Başbakan Tayyip Erdoğan diğer erkan ile beraber Tuzla Tersaneler Bölgesi’ne ‘denizden geldi’. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan askeri bir ihaleyi alan özel tersane Dearsan ve RMK’da kaynak törenleri yapıldı. ‘Milli Gemi’ projesi kutlandı. Milli savunma sanayi ve milli gemi inşa sanayi işbirliği yüceltildi. Bir tatil günü olan Cumartesi günü, zaten girişi çıkışı %100 kontrol altında olan tersane alanında, işçilerin ‘spontane olarak’ Başbakanı bağırlarına bastıklarına, alkışlarla karşıladıklarına dair üç gazetede haber çıktı. Bu üç gazete, aynı anda Başbakanla Tuzla’daki iş güvenliği ve işçi sağlığı meselesini konuşmak için tersane önünde ısrarla bekleyen Limter-İş sendikacılarını n gözaltına alındığına ya hiç değinmediler, ya da geçerken dokundurdular. Milli gemiler, yüzen milli karakolları üretecek ve donatacak cesametteki milli sermayemizin, niye milli işçilerimizin ölümlerine çare geliştirecek teknolojiyi geliştirmedikleri / ithal etmediklerine de değinildi elbet. Değinmek gerek. Aynı zamanda askeri ihaleyi alan Dearsan Tersanesi’nde 2006’dan beri üç işçinin hayatını kaybettiğine de.

Tüm bu süreçte, Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde çalışmalar yürüten, sahayı içinden tanımaya çalışan bizler, esasında hiçbir kurumun, iş kazalarının nedenleri ve iş kazalarına maruz kalan Tuzla’daki işçilerin profiline dair temelli bilgi üretmediklerini görüyoruz ve şaşırıyoruz: Deniz Ticaret Odası, GİSBİR, bilimum tersane sahipleri hangi bilgilere dayanarak, kazaların nedeninin tespitinin ‘işçi eğitimsizliği’ şeklinde yapabiliyorlar? GİSBİR’in Tuzla Tersaneler Bölgesi kurulduğundan itibaren kazaların hangi saatte, hangi koşullarda oluştuğunu, hangi işçinin (kaç yaşında, kaç senedir Tuzla’da çalışıyor, daha önce nerede çalışmış) bu kazalara maruz kaldığını içeren bir kaza veritabanı var mı? Üç milyar dolar ihracat rakamına ulaşmış bir sektörün tek işveren örgütünün kaynaklarının bu tip ‘işe yarar’ ve uzun vadede iş kazalarını önleyecek bilgilerin üretimini –istek ve anlayış olduğu zaman- finanse edebilecek güçte olduğunu düşünmek yanlış mı? ‘Bu sektörde senede 4 ila 5 ölüm doğaldır, trafik kazaları ne zaman biterse, gemi inşa sanayinde de kazalar o zaman bitecektir’ yargısına temel teşkil eden bilgileri GİSBİR Başkanı Murat Bayrak hangi ulusal veya uluslarası sektör literatüründen edinmiş? Gene GİSBİR’in websitesine koyduğu, Deniz Ticaret Odası Başkanı Metin Kalkavan ve Meclis Kürsüsü’nde açıklama yapan, bir tersaneci aileden gelen Durmuşali Torlak’ın (ne yazık ki Uluslararası Çalışma Örgütü’ne yanlış bir biçimde atfederek) verdiği ‘Türkiye gemi inşa sanayiindeki iş kazaları açısından 10bin’de 3 ile Japonya ile aynı düzeyde’ bilgisinin kaynağı nedir? Uluslarası karşılaştırmalı iş kazaları konusunda kabul görmüş senelik data setini Uluslarası Çalışma Örgütü yayınlar. Bu örgüt gemi inşa sanayine özel veri yayınlamaz. Yayınladığı verileri 100bin oranı ile verir, 10bin oranı ile vermez. GİSBİR’in websitesine, konuyla ilgilenenlerin ‘bu seri ölümler Tuzla’ya mı has, dünyada neler olup bitiyor?’ dediği hassas bir dönemde koyduğu, basına Milletvekili Durmuşali Torlak ve DTO Başkanı Metin Kalkavan vesilesi ile yaydığı ve yakın zamanda websitesinden nedense kaldırdığı bu, kaynak gösterilmemiş istatistiklerdeki veriler, İLO’nun genel verileriyle müthiş bir çelişki içindedir. 10bin’de 3 rakamına ulaşmak için bitmemiş 2008 senesinin ilk iki ayında senelik rakam olan 33bin işçi çalışıyor gösterilerek, mutlak işçi sayısı uygunsuz bir şekilde şişirilmiştir. Türkiye’deki gemi inşa sanayinde, ‘gelişmiş Japonya’ kadar işçinin öldüğü, ‘bu meselenin abartılmaması gerektiği’ tezine zemin teşkil edemeyecek kadar kaynaksız ve zayıf bir istatistiki zemine oturmaktadır.

Neredeyse hepsi Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde olmak üzere 2006 senesinde 10, 2007 senesinde 13, bu sene bugüne dek 9 işçi hayatını iş kazlarında kaybetmiş. Aynı süre içinde sektörün üretim hacmi 550bin dwt’lerden 1milyon dwt’ye çıkmış, kimbilir bu sene kaç dwt’ye çıkacak? Aynı dönemde harıl harıl Yalova’da, Gelibolu’nda, Yumurtalık’da, Samsun’da yeni tersane yatırımları yapılıyor. Bu tersane yatırımlarını yapanlar, kolayca tahmin edilebileceği gibi zaten Tuzla’da yatırımı olan eski tersaneci aileler. Bu iki veriyi yanyana koymak gerekmiyor mu? Bu tarzda esnekleştirilmiş şekilde, koştura, koştura, işçileri 24 saatlere kadar varan çalışma süreleriyle çalıştırarak, devletin tam desteği, sektörün uluslararası alanda patlamasının ivmesiyle, iş güvenliğine yatırım kelimesini telaffuz bile etmeden sektör büyüyünce, ne oluyor? Kim büyüyor, kim ölüyor? Tuzla’da göstermelik tedbirler, ‘ideolojik’ eğitim söylemi ve gemi inşa sanayi patlıyor.

Bize öfkeli bir acıyla klavyeye vurmaktan başka edecek bir adet rica kalıyor: Lütfen artık ‘eğitim şart, baret takmayan işçiler, ölümlerin nedeni taşeronlar, ölüm tersaneleri’ gibi karikatürleri bir kenara bırakalım! Tersanelerde asıl işi 1000, 1500’e bölünmüş küçük ve ortaboylu taşeron şirketin gerçekleştirdiğ i, bu firmalarda 24 saate varan çalışma sürelerinin istisna olmadığı, bu sistemin ta 1980’lerin başında tersane sahipleri tarafından bilfiil desteklenerek hayata geçirildiği, bir ‘esnek çalıştırma modeli’ olarak kurumsallaştırı ldığı, şimdiye kadar bir örgütlü baskı olmadığı için makina parkına yapılan yatırımlar büyürken, aynı oranda ve sektördeki büyümeye paralel iş güvenliği yatırımlarının yapılmamış olduğu, çözüm muhattabının ve sorumlusunun gemi inşa sanayicileri ve bu konuda devletin yalnızca aracı olduğunu ve bu taleplerin örgütlü ve yerinde, yerelinde, işçiler tarafından talep edilmediği sürece bir değişiklik olmayacağı. Bir adet ‘yaygınlaştırma ricası’ sadece.

29 Mart 2008 Cumartesi

alışmıyoruz... unutmuyoruz... susmuyoruz...



Gerçek acıyı tanıdım
yaraya değdim
bir cehennem taşıdım
omuzlarımda sanırdım
açtım gözümü ki dünya
cehennemden öte cehennem
utandım
”*



Utandık…
Utanıyoruz…


Tuzla’da işçiler ölürken… gemiler birer kara tabut olurken... acı bir kez daha belleğimizde yer açıyor kendine: Şadi Üstünbaş, Hasan, Yılmaz Aslan, Subutay Soysal, Cabbar Ongun, Güney Akarsu, Cengiz Tatlı, Eser Acar, Bekir Özmen, Hasan Macar, Fatih Kılıç, Sabri Yanardağ, Onur Bayoğlu, Metin Turan, Cevat Toy, Osman Göç, Mikail Kavak, Mikail Kavak, Hasan Köse, Yüksel Özdemir, Ali İhsan Çam… Tuzla’da işçiler ölüyorlar... tersaneler... mezar... Çalışmak özgürleştirmiyor, öldürüyor! Ve tersaneler içine diri diri girilen mezarlar oldukça, Türkiye’deki gemi sektörü ‘dünya dördüncüsü’ oluveriyor... Ama biz, utananlar, ve tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğuna hâlâ inananlar… sırtımızı dönüp ölümlere, alkış tutmuyoruz dünya dördüncülüğüne… ve bir çift sözümüz var şimdi: Ölenler peşimizi bırakmıyor ve sürekli bize ‘bizim hikayemiz’i anlatıyorlar. Ölüler konuşuyorsa hâlâ, “kendilerinden halletmeleri beklenen bir mesele olduğu içindir…”** Sorulabilir: Nasıl bir ülke ki burası, ancak ölünce anlatıyor derdi olan derdini… Burası, bu ülke korkunun ülkesi: “Korku, en alışılmadık / bizi alıştırdılar…”

Alıştık…
Alışıyoruz…


Bir televizyon ekranından izliyoruz savaşları, şehirlere düşen bombaları… ölen insanları… yoksulları, yoksunları, bir sokak ortasında ve gözümüzün önünde öldürülen kadınları… evleri başlarına yıkılanları… yaşamları gecekondulara sığdırılanları... Yazık ki, izledikçe susuyoruz: “Ağız sımsıkı kapanır…” Kapandı ağzımız, bağlandı dilimiz… Sustukça köreliyoruz, körleşiyoruz, köleleşiyoruz… ve: “İnsanlar mı kuzular mı / seçilemiyoruz…” Seyretmek... susmak… unutmak…


Bu yazı susmamaya, unutmamaya ve seyreylememeye dairdir... unutkanlıkla ayakta kalan bu ülkede, unutmayarak ayakta kalmaya bir davettir… ki bu davet, emeğiyle geçinen herkese dairdir, anlatılan bizim hikayemizdir… Biz, geride/gemide kalanlar, Tuzla’da ölen tersane işçilerinin ardında kalanlar, işçilerin emek mücadelelerinin yanındayız…


Susmuyoruz...
Unutmuyoruz...


Yaşama hakkımız için... sigortasız, güvencesiz ve taşeronların elinde yaşamamak için... sağlıklı ve güvenli bir iş ortamının sağlanması için... eşit, parasız ve demokratik bir üniversite için... hakları elinden alınmaya çalışılan tüm emekçiler için... geleceğimiz için... eşit ve özgür bir dünya hayalinin ardında koşanlar için...

Biz, aşağıda imzası bulunanlar... Susmuyoruz... Unutmuyoruz... Bugün tersanede, yarın üniversitede, fabrikada, hastanede, başka bir gün sokak ortasında... Anlatılan bizim hikayemiz... Sermaye dolandıkça yerküreyi, kötürüm ettikçe kapitalizm yaşamlarımızı, kar ve rekabet sarmışken dört yanımızı, dönmezken bu dünya emekten, ezilenden yana... dinlemek ve izlemek yetmiyor... yanınızdayız... yan yanayız...


Bizler üniversite öğrencileri ve emekçileri olarak tersane işçilerine dayatılan yaşamı reddediyor ve herkesin iş sahibi olduğu, insani şartlarda çalıştığı, insanca yaşanacak bir ücret aldığı, haklarını korumak için örgütlenebildiği bir düzen istiyoruz.

Tuzla’ya sahip çıkmak, kendi hayatımıza da sahip çıkmaktır. Bu yüzden, “Hep beraber birlik olmadığımız takdirde yıkamayız” diyen tersane işçilerinin onurlu direnişine destek vermek için 19 Nisan Cumartesi günü Tuzla’ya yürüyoruz. Ve mücadele eden tüm işçileri, işçi-öğrenci dayanışmasının sayısız örnekleriyle örülmüş toplumsal direniş tarihimizden güç alan bu yürüyüşle selamlıyoruz.
*İtalikler, aksi belirtilmedikçe, Gülten Akın’ın Kuş Uçsa Gölge Kalır isimli şiir kitabından alıntılanmıştır.
**EZLN’yi anlatan bir yerlinin ‘benim geldiğim yerde derlerdi ki’ deyip söylediğidir.